Neler Hakkında Yazıyorum?

25 Aralık 2015 Cuma

DURU

Sonunda nisan yağmuru
Islak ve sıcak
Sanki toprak kokusunu çalan damlalar pişman olmuş, teslim oluyor.
Düştükleri yerde parçalanıp kıymet verdikleri o şöleni yitiriyorlar.
Burna keskin ve ferah gelen o kokuyu birden kaybedip ebediyete kapıyorlar gözlerini.
Tüm varlıklarını kaybetmiş
Ama hala duru...

                                                                                           

DERİNLER

Gözlerinde korkuyu hissettim.
Soğuktu.
Bir o kadar da yalnız...
Sanki ağlamaktan çatlamış gözleri.
Derisi sertleşmiş.
Kadife, çizgili pantolonu, siyah şapkası...
Ve vazgeçilmez sarı pantolon askıları...
İlk bakışta komik.
Ama sonra...
Mutluluğu gördüm onda.
Korkunun dehşetine kapılıp sonsuz mutluluğu buldum.
Eksik parçamı.
Arayışımın cevabını.
Ama bulduğuma ben de korktum.
Eskisi gibi olmayacak hayatıma dönüp yeni serüvenimin boşluğuna bıraktım kendimi.


4 Aralık 2015 Cuma

İYİ GÜNLERDE HARCAYINIZ

İnsan.
Bu kelimenin tanımı günümüzde tam olarak şöyledir: Atan bir kalbe sahip olan ve rutin işler içinde durmadan koşuşturan kişiler.
Her gün hepimiz yetişeceği bir yer var. Yapmamız gereken işler. Üstlendiğimiz veya üstlenmek zorunda bırakıldığımız sorumluluklar. Bu yoğun süreç içinde adeta zamanla yarışırız her birimiz. Kalabalıklar içinde kendimizi de sığdırırız ve kimsenin birbirinin farkında olmadığı o kalabalıklarla zaman geçiririz. Alışılmış görüntülerde kimse tepki gösterip, göz ucuyla bile olsa etrafı süzmez.
Ama…
Ne zaman sözlükleşmiş beyinlerimizde ‘olağandışı’ bir şeye tanık olsak alıcılarımız hemen o yöne çevrilir. Gözlerimiz bazen öyle utanmaz olur ki karşımızdakinin kalbinde açtığımız yarayı hiç hesaba katmadan yansıtır içimizdekileri. Empati adı altında saf acıma olan duygular meydana çıkar. Yardım veya anlayış sadece beynimizin içindeki sözlükte kalır ve biz hala kendimize insan deriz.
Duyguları ölmüş, kendinin bile farkında olmadığı bir sürece kendini bırakmış, sorsan hep mutsuz hep şikâyet içinde olan, insan.
Böyle anlarda aklımızın bir köşesine geleceğin belirsizliği ilişmelidir. Gelecek bu ne getireceği belli olmaz. Bir önceki anından bambaşka bir hayata sürüklenmen sadece saniyeler alabilir bazen.
Bu yüzden çevremizde gördüğümüz kayıpları olan kişileri neden böylesine yadırgarız?
Karşımızdakine davranışımız belki de gelecekteki kendimize açılan bir yoldur. Bir gülüşümüz belki de umutsuz zihinlerde açan umut tomurcuklarıdır. Ve işin en iyi yanı iyilik yapmak çok masrafsızdır. Üstüne üstlük hayat size bahşiş bile verebilir.
Nasıl mı?
Bir gün gerçekten birini mutlu etmeye çabalayın ve karşınızdakinin mutluluğuyla birlikte içinize doluşan o duyguya dikkat kesilin. Evet, bahşişi kaptınız. İyi günlerde harcayınız.

18 Ekim 2015 Pazar

KIRMIZI FEDAKAR

Kırmızı kurdelenin iki ucu da fedakar ellere bağlıydı. Sahiplik bildiren halkaları başkalarını memnun etmek isteyen parmaklarına geçirdiler önce. Biri diğerinin gergin,soğuk elini tuttu. Kendi avuç içi kadar olan eli hafifçe yukarı kaldırıp yüzük parmağını buldu. Diğeri titredi. Keza şu an vücudundan daha soğuk olan tek şey parmağına oturmuş olan aksesuardı. Sıra ona gelince daha ürkek bir şekilde uzattı elini. Karşısındaki bunu biliyordu, tahmin ediyordu. Bu yüzden kendi bıraktı avucuna elini. Ardından diğer süs eşyasını yerine ulaştırdılar birlikte. Kopmaz bağlarla bağlandılar birbirlerine bu saatten sonra. Anlamlı,dikkate alınması gereken bir konuşma yapıldı. Ailelerden en kıdemli olan kişi, saçlarındaki her bir beyazın hakkını verdi sözleriyle. 'Mutlu olun.' diye bitirdi.
"Çok mutlu olun çocuklarım. Birbirinizin kıymetini bilin."
Gümüş bir tepsiden makası aldı sonra yan yana duran ellere baktı. İç çekti özlemle. Ne çok kaybedilen vardı.
Ellerini yan yana uzattılar. Bundan sonra birbirlerini hiç bırakmayacak ellerine. Gözleri doldu birinin. Hemen sakinleşmeye çalıştı. Kırmızı kurdele ikiye ayrıldı ardından. Her ucu bir yana düştü. Verilen özgürlüktü o an. Bağlı olan parmakların özgürlüğü. Sembolik olansa tutsaklıktı. Kutsal bir tutsaklık. Pek çok kişinin can attığı, boyunduruğu altına girmek istediği ama ikisinin kaçmak, yok saymak istedikleri bir tutsaklık. Şimdi karşı karşıya durdular. Yüzüklerinin olduğu ellerini tuttular önce,tokalaştılar. Sonra yanaklarını birbirine değdirip tebrik ettiler birbirlerini. Sıra aile fertlerine geldi. Sarılmalar, mutluluk temennileri, espriler... Annelerden biri ağlamaya başladı. Kim olduğunu tahmin etmek pek de zor değildir. İşte o zaman esaret olan göz yaşları bir anda firar ettiler. Bahanesi vardı çünkü. Bir ağlayan vardı. Annesi ağlarken nasıl dayanırdı. Hüzünlü bir ayıplama sesi geldi bir yerden.
"Aa, yapmayın ama Meral Hanım. Bakın kızımızı da ağlatıyorsunuz."
Kızımız. Bir anda gelen sahiplenebilme hakkı da neydi böyle? Meşru muydu? Hakkı var mıydı böyle demeye?
Şaşkınlık kısa sürdü ve annesinin kollarından ayrıldı. Biri onu omuzlarından tutup ayağa kaldırdı. Bu oydu. Diğer tutsak. Onu görünce sihir gibi durdu yaşları. Zorluk yaratmak istemiyordu çünkü. Karşılıklı kolaylık ve kabullenmeye dayalı bir ilişkiydi onlarınki. Birbirlerinin arkalarında olmak zorundaydılar. Bu duygusal fasıl da bitti ve yemeğe geçildi. Kocaman masa, bir sürü sandalye, kalabalık bir yemek takımı...
Bundan sonra böyle olacaktı demek ki. Herkes bundan memnundu. Zaten bu memnuniyet hali değil miydi onları sürükleyen? İçten gelen gülücükler değil miydi en geçerli sebep?
Tekrar baktılar parmaklarına. Aitliklerinin yanında sallanan kırmızı kurdeleye.
Kırmızı. Ne biçim renkti öyle...

      

15 Ekim 2015 Perşembe

ŞİİR GİBİ YAŞAYALIM

Yağmur yeni dinmişti. Hala gök yüzünün kurşuni rengi ve gri bulutlar varlığını sürdürüyordu. Sıra sıra taşların dizildiği yolda biraz daha hızlı yürümeye başladım. Üşüyordum. Paltomun yakalarını biraz daha havaya kaldırıp kafamı içine gömmeye çalıştım. Yerdeki su birikintileri uzun botlarımın arkasına sıçrıyor ve nokta şeklinde lekeler bırakıyordu. Biraz daha yürüyüşün ardından görüş alanıma birkaç tahta masa ve sandalye girdi.
İşte gelmiştim. Ve işte, oradaydı.
Saatime baktım hemen. 15:28. Koşar adımlarla yanına yaklaştım ve karşısına oturdum. Sandalye daha da soğuktu havadan ama umursamadım. Bu umursamazlığın cezasını şiddetli bir karın ağrısıyla çekeceğimi bilsem de şu an en önemsiz şey buydu belki de.
Kısa bir selamlaşmanın ardından ellerimi birbirine birleştirip masanın üstüne koydum. O da sağ elini kaldırıp iki çay söyledi. Daha sonra benim gibi ellerini birleştirip masaya koydu. Ellerimiz arasında neredeyse iki karışlık mesafe vardı. İkimizden biri cesaretli olsa soğuğa karşı kendi sıcaklıklarımızı paylaşabilirdik. Ne yazık ki ben korkaktım. Ve cesarete bulaşmayacak kadar temkinli.
Üzerinde dumanı tüten çaylar geldi. O sırada birbirine çok yakın mesafede duran ellerimizden kafamı kaldırıp ona baktım. Saniyelik bir görüntüydü belki ama bu onun da mesafeleri sıfırlamak isteyen ellerimize baktığı gerçeğini değiştirmiyordu.
Kısa bir sohbetti o anki. Ya da o konuştu ben dinledim. Çaylar bittiğinde ayağa kalkıp hesabı ödemeye gitti. Tekrar saatime baktım. 15:55. Tam yirmi yedi dakikadır gözlerine bakıyordum ve bu artık ondan vazgeçmem için gerekli cesareti vermişti. Ama ne yazık ki ben korkaktım. Ve cesarete bulaşmayacak kadar temkinli.

10 Ekim 2015 Cumartesi

RUHUN ÖLÜMÜ

Bazen hayatta kolay olanla gerekli olanı karıştırıyorum. İsteklerimizin bile bize fısıldamayı bıraktığı zamanlarda oluşan o boşluğa çekiliyorum. Tutunacak tek bir yer, daha da fenası benim tutunmaya gram isteğim yok. O an ki esinti o kadar güzel ki. Yere çakıldığımda duyacağım acı ya da geçen zamanda kaçırdığım şeyler umurumda bile değil. Tenimden geçen rüzgara ve saçlarımın uçuşup kapalı göz kapaklarımın üstünde toplanmasına muhtaçmışım gibi, aradığım huzur bundaymış gibi düşüyorum. Umutlar, hayaller, beklentiler... Geleceğe dair herhangi bir şey bile uğramıyor zihnime. Düşmek tek odaklandığım şey. Devamını düşünmeden sanki sonsuza kadar o saniyede takılıp kalacakmış gibi düşmek. Kıyafetlerimin ve saçlarımın havalanması. Rahatsız edici bir huzura bulanmak. Geriye bakıp düşündüğünde pişmanlık uyandıracak saniyeleri heba etmek. Ama bu öyle bir muhtaçlık yapmazsam nefes alamayacakmışım gibi, ölümü ruhumda kucaklayacakmışım gibi hissetmek. Yokluğa duyulan açlık belki de. Hayatta bıkmışlığın, insanlardan sıkılmışlığın, kendini bir odaya kapattığında yeterince terk edilmiş olmamanın şikayeti.
İnsan böyle de hissediyor işte. Bir yerlerde bir insan tam da böyle hissediyor.
Ama ne yazık ki zamanında kendimi o kadar çok bağlamışım somut gerçeklere şimdi içimdeki patlayan duygular tıpkı bir zehir gibi beni yaralıyor sadece. Ve benim, en kötüsü olan, ruhum ölüyor. Fısıltıya bile çarpan kalbim pompaladığı zehirle sonumu yazıyor. Nefesim kesilmese de tek nefeslik bir kaybım oluyor. Son olamayan bir sonda çakılıp kalıyorum ama ömrüm geçip beni de peşinde sürüklüyor.

3 Eylül 2015 Perşembe

İSTANBUL GİBİ SEVMEK

Bir klişenin içinde boğulan balıklar...
Çok sevdiğim bir kitabın içinde geçen cümle bu. İnsanların tanımı gibi değil mi? Herkes için her yeni gün bir öncekinin aynı. Taşlar hep aynı yerinde. Duygular hep olağan düzeyde seyrediyor.
Ve ben her yeni gün biraz daha umutlanıyorum. Bu umut benim ilacım değilde zehirim gibi. Göz kırpışımda bile aynı istek var. Gökyüzüne her baktığımda aynı dilek...
Hayaller insanın en büyük düşmanı olabiliyor bazen. Onları içten çürüten o dert olabiliyor...
Sen güzel iste yeter deniliyor bazen. Çoğu zaman ben de kendimi böyle kandırıyorum. 'Böyle çok isterken nasıl olmaz?' Ama olmuyor işte.
Bazen balıklar boğulacağını bile bile atlıyorlar suya.
Sadece düşlerimde bile beni böylesine mutlu ederken sonuçlarının kötü olabileceğine ihtimal veremiyorum. Ama o kuruntular, ön yargılar, korkular bana kısacık mutluluğumu da unutturup ızdıraba sürüklüyor. Kendi yarattığım dünyada kendi kendime boğulacağım biliyorum. Yine de değer demekten kendimi alıkoyamıyorum. Ben bu kadar isterken, isteyecek bir şey bulmuşken sonunun ne önemi var. 

28 Ağustos 2015 Cuma

KIRMIZI FEDAKAR

Düzinelerce çift var bu dünyada.
Milyonlarca hayat...
Paylaşılan asırlık aşklar var.
İçlerinden birinde kadının gözü sadece adamı gördüğü için mi yoksa adamın kalbi kadının adına tapındığı için midir bilinmez dünyada sadece ikisi varmış gibi gelir onlar yan yana gelince. Kimine zaman durur, kimineyse etrafındaki her şey olağan dışı bir hızda dönmeye başlar.
Bu duygu yoğunluğunu tutturanlar mı mutlu olur? Ya da insan sevince sadece bunu mu hisseder? Bir diğer deyişle kadın ve erkek arasındaki bağ sadece aşk mıdır?
Birlikte gülmek için, birlikte yaşayabilmek için, birlikte bir gelecek inşa etmek için sadece kalp çarpıntısı mı gerekir? Minnettarlık, zorunluluk, mantık... Bunların hükmü bir yere kadar ve sonları belli midir?
Her insan mutlu olmak ister. Bu basit olayı da pek çoğu başarır. Bir su birikintisindeki yansımasından bile mutlu olabilir insan ya da göklerde süzülen kuşun kanat çırpışında 'işte huzur' diyebilir. Hayatın koşuşturmasından vakit bulup kendini dinleyebilir. Böylelikle de mutluluk ona gelir. Ama neden her şey tek başına böyle güzel ve kontrollü olabilecekken bir başkasını ister? Evet aşk güzeldir. Özellikle de romantik hayalleri olan ve bunları gerçekleştirmek isteyen her kişi için belki de dünyanın en güzel şeyidir. Yine de kontrolsüzlük bizi çıldırtır. Beni çıldırtır. 
Bir başkasının düşüncesi, bir başkasının hissettikleri, bir başkasının hayalleri... Göz önüne almamız gerekenler çoğalır ve biz diğerini öyle çok hayatımıza dahil ederiz ki bir bakmışız kendi düşüncelerimiz, kendi hissettiklerimiz, kendi hayallerimiz bir köşeye itilmiş. Peki o zaman o nadide aşkın hükmü kalır mı? Biz biz olmaktan bu kadar uzaklaşmışken hangi insan buna sonuna kadar değer ve bizde tüm kaybettiklerimize rağmen hüküm sürer? İşte bu bizi sonumuza yaklaştıran, belki de, en önemli sorudur. 
    

21 Ağustos 2015 Cuma

KAHRAMANLAR

Bu hayatın acıyan yüzü...
Kanayan her bir insanı görür gibiyim.
Sanki ruhum kalbimle harmanlanmış bir terazi.
Her acı, vicdan, pişmanlıklar da ağırlıkların bedeli yerine konmuş.
Kime zulüm gelirse benim içimde karşılık buluyor cezası. Kimde dert varsa ben kesiyorum biletini.
Benim gözlerim açılmış ya da onların derileri şeffaflaşmış. İrislerinden, göz bebeklerinden geçmişin yaralarını izliyorum. Hangi birine üzüleyim derken unutuyorum üzülmeyi.
Nasıl unuttum derken de umursamaz yanım baş gösteriyor.
'Zaten herkes yaralı.
 Zaten kötülük hep vardı.
 Zaten kime yeteceğim ki?'
Kendime mi?
Kendimde bile durduramadığım sakıncalarla elimi mi uzatsam dinecek yoksa sadece tebessüm mü kurtarır çığlıkları?
Kaç kişinin gülümsemesi sol yanından merceklere sıçrıyor ki? Kaç kişi içi pır pır ederken saf bir merhametle ve insanlıkla karşısındakinin omzuna dokunup her şeyi geçirmek istiyor?
 Yani şimdi ben istemişim,
 Yani şimdi ben kendimi bildim bileli istemişim ne fark eder.
 İmkansız biliyorum.
 Mümkünatı yok görüyorum.
Uzattığım şefkatli, sıcak avucum zaten bir omuz bulamaz. Bulsa da sahibinin soğuk bir bakışı ve elinin tersi onu kapkara zindanlara duygudan yoksun bir reddedilişle hapseder.
O zaman ortada ne ben kalırım ne de terazimin ayarı doğru durur.
Yağmurlar oyalar belki bizi bir müddet ama nihayet görünenin de önüne geçen hakikat bu sefer gölge olur, karartır gözümüzü.
Tepemize dam olup rahmetin savunuculuğunu yok eder.
Vakit bundan sonra sadece yokluğu getirir. Ne var ki bu sefer kimsenin terazisi yoktur.
Artık dünya da ne yaşanırsa yaşansın herkes siyah film camlar ardından izler bunları. Bir şey terstir ama herkes birbirini görebilecekken kendi karanlıklarında, kendi yansımalarıyla yetinme adı altında, kaçışlarına mazeret sunarak, korkaklıklarını 'özgürlüğe saygı' diye kapatarak geçinirler.
 İşte bu devirde kahraman yoktur. Adaylarda pelerinlerini pervanelere kaptırırlar.