"Çok mutlu olun çocuklarım. Birbirinizin kıymetini bilin."
Gümüş bir tepsiden makası aldı sonra yan yana duran ellere baktı. İç çekti özlemle. Ne çok kaybedilen vardı.
Ellerini yan yana uzattılar. Bundan sonra birbirlerini hiç bırakmayacak ellerine. Gözleri doldu birinin. Hemen sakinleşmeye çalıştı. Kırmızı kurdele ikiye ayrıldı ardından. Her ucu bir yana düştü. Verilen özgürlüktü o an. Bağlı olan parmakların özgürlüğü. Sembolik olansa tutsaklıktı. Kutsal bir tutsaklık. Pek çok kişinin can attığı, boyunduruğu altına girmek istediği ama ikisinin kaçmak, yok saymak istedikleri bir tutsaklık. Şimdi karşı karşıya durdular. Yüzüklerinin olduğu ellerini tuttular önce,tokalaştılar. Sonra yanaklarını birbirine değdirip tebrik ettiler birbirlerini. Sıra aile fertlerine geldi. Sarılmalar, mutluluk temennileri, espriler... Annelerden biri ağlamaya başladı. Kim olduğunu tahmin etmek pek de zor değildir. İşte o zaman esaret olan göz yaşları bir anda firar ettiler. Bahanesi vardı çünkü. Bir ağlayan vardı. Annesi ağlarken nasıl dayanırdı. Hüzünlü bir ayıplama sesi geldi bir yerden.
"Aa, yapmayın ama Meral Hanım. Bakın kızımızı da ağlatıyorsunuz."
Kızımız. Bir anda gelen sahiplenebilme hakkı da neydi böyle? Meşru muydu? Hakkı var mıydı böyle demeye?
Şaşkınlık kısa sürdü ve annesinin kollarından ayrıldı. Biri onu omuzlarından tutup ayağa kaldırdı. Bu oydu. Diğer tutsak. Onu görünce sihir gibi durdu yaşları. Zorluk yaratmak istemiyordu çünkü. Karşılıklı kolaylık ve kabullenmeye dayalı bir ilişkiydi onlarınki. Birbirlerinin arkalarında olmak zorundaydılar. Bu duygusal fasıl da bitti ve yemeğe geçildi. Kocaman masa, bir sürü sandalye, kalabalık bir yemek takımı...
Bundan sonra böyle olacaktı demek ki. Herkes bundan memnundu. Zaten bu memnuniyet hali değil miydi onları sürükleyen? İçten gelen gülücükler değil miydi en geçerli sebep?
Tekrar baktılar parmaklarına. Aitliklerinin yanında sallanan kırmızı kurdeleye.
Kırmızı. Ne biçim renkti öyle...